Avustralya Günlüğü: Gold Coast Keşif Notları, Kısa Bir Kıta Tarihi Araştırması
- UTKU YALÇIN
- Sep 19
- 4 min read
02–09 Eylül 2025 tarihlerinde, iş dolayısıyla yolum Avustralya’nın doğu kıyısındaki Gold Coast’a düştü. Güneşli havası, okyanus kıyısında uzanan sahilleri, gökdelenleri ve tropik havasıyla bambaşka bir dünya… Fakat benim aklımda en çok yer eden anılar, şehrin biraz dışında bizi gezi amaçlı götürdükleri Vahşi Yaşam Parkı oldu.

Orada ilk kez bir kanguruyu ellerimle besledim. Önce ürkekçe yaklaştım; küçük adımlar, büyük kulaklar… Sonra cesaretlenip avucumdan aldıkları yiyeceği sakince çiğneyişlerini izledim. Yanımda koalaları gördüm, ağaçlara sıkıca sarılmışlardı. Renkli papağanların çığlıkları, wombatların ağır adımları… Bir anda kendimi, sanki başka bir evrende, sadece bu kıtaya özgü canlıların hüküm sürdüğü bir yerde buldum. Parkta sadece hayvanlar yoktu; rehberler bize biraz da Aborjin kültüründen bahsettiler. Didgeridoo (Aborjinlerin kullandığı bir rüzgar ile ses çıkartmaya yarayan enstürman) sesini dinledim, yüz boyama geleneklerini gördüm. Binlerce yıl öncesine uzanan bir halktan, Avustralya’nın ilk sahiplerinden bahsediyorlardı
O an şunu düşündüm; “Bu kıta neden bu kadar farklı? Neden bu hayvanlar sadece burada var?” Aborjinler nasıl bir halk? İşte bu merak, beni Avustralya’nın hem doğasına hem tarihine doğru bir araştırma yolculuğuna çıkardı. Ziyaretimden sonra otel odama döndüğümde gece boyunca internette Aborjinleri araştırdım. Meğer bu kıtanın tarihi, sadece kangurularla ve koalalarla değil; acıyla, direnişle ve yeniden doğuşla da örülüymüş...
1770’te İngiliz denizci, kaşif ve gezgin James Cook’un doğu kıyılarını keşfiyle başlayan Avrupa macerası, 1788’de ilk İngiliz yerleşimleriyle hız kazanmış. Ve bu noktadan sonra, Aborjinlerin topraklarından koparılması, kültürlerinin görmezden gelinmesi başlamış.
Okudukça içim burkuldu: “Stolen Generations” diye anılan dönemde, binlerce Aborjin çocuğu ailelerinden koparılarak kamplara, devlet kurumlarına gönderilmiş. Amaç, onları “Batılılaştırmak”mış. Oysa aslında köklerinden koparılmış bir nesil yaratılmış. Bugün hâlâ bu travmanın etkileri sürüyor. Hatta bunu konu alan Nicole Kidmon ve Hugh Jackman'in başrolde olduğu 2008 yapımı "Australia" isimli bir film var. Dönüş uçağında onu da izleme fırsatı buldum, kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum. Neyse tekrar konumuza dönersek, İngilizler, kıtanın boş olduğunu varsayarak “terra nullius” (sahipsiz toprak) ilan ettiler. Yani bu toprakların kimseye ait olmadığı varsayımıyla hareket ettiler. Oysa Aborjinler on binlerce yıldır burada yaşıyordu. Bu bakış açısı, onların varlığını, kültürünü ve haklarını görmezden gelmenin resmi yolu oldu. İngiliz sömürge yönetimleri, Aborjinleri topluma “uyumlu” hale getirmek için bir dizi politika uyguladı. Bu politikalar, masum görünen “koruma” yasalarıyla başladı ama giderek kültürel yok saymaya ve baskıya dönüştü:
*Aborjinlerin kendi dillerini konuşmaları engellendi.
*Geleneksel topraklarına erişimleri yasaklandı.
*Avcılık ve toplayıcılık kültürleri “ilkel” görülerek, tarıma veya batı tarzı işlere zorlandılar.
*Çocuklar batılı eğitim kurumlarına gönderilerek, kendi kültürlerinden koparıldı. Zorla İngilizce öğretildi.
Beni en çok etkileyen İngiliz sömürge politikası çocuklar üzerine olanı oldu.
Çalınan Nesiller (Stolen Generations)
Yaklaşık 1905’ten 1970’lere kadar süren bir dönem boyunca, devletin çocuk koruma ve kilise kurumları eliyle, binlerce Aborjin çocuk ailesinden alındı. Özellikle “melez” yani Avrupalı-Aborjin karışımı olduğu düşünülen çocuklar hedef alındı.
Bu çocuklar yatılı okullara, yetimhanelere ya da beyaz ailelere verildi. Düşünce, onların Aborjin kültüründen tamamen koparılarak “beyaz Avustralyalı” gibi yetiştirilmesiydi. Amaç açıktı: onların Aborjin kimliğini silmek ve “beyaz Avustralyalı” gibi yetiştirmek.
Sonuç ise derin bir kimlik kaybı oldu. Birçok çocuk ailesini, kökenini, dilini unuttu; büyüdüklerinde köklerine dönecek yolu bulmakta zorlandılar. Bu dönemin acıları hâlâ Aborjin toplumunda hissediliyor. Bugün bu döneme “Stolen Generations” yani “Çalınan Nesiller” deniyor. 2008 yılında Avustralya hükümeti resmî olarak özür diledi, ama yaralar hâlâ kapanmış değil.

Savaş Dönemi
Aborjinlerin çilesi 2. Dünya Savaşında da devam etti. Japonların pasifikte İngiliz sömürgesi olan bu kıtaya doğru ilerlemesi bu kıtayı doğrudan tehdit etti. Özellike kıyı şeritlerinde (kuzey kıyılar) saldırı endişesi büyüktü. Savaş döneminde ülke İngiltere'ye bağlı kalmak zorundaydı ve öyle de oldu, Avusturalya, İngilizlerin yanında savaşa katıldı. Aborjinler cepheye gönderildi. Bu hikaye biraz tanıdık gelebilir. 1. Dünya Savaşında Çanakkale Cephesinde savaştığımız Anzak askerleri yani aslında o zaman da İngilizlerin yanında yer alan Avusturalya ve Yeni Zelandalı askerler tıpkı Çanakkale'de olduğu gibi, Nazi Almanyası ile savaşmak üzere cephelere taşındı.

Aborjinler de böylece savaşa katıldılar. Asker olarak cepheye gittiler, işçi olarak askeri üslerde çalıştılar. Fakat trajik olan şuydu: cephede aynı üniformayı giyip aynı riskleri alan Aborjinler, savaş sonrasında eve döndüklerinde hâlâ vatandaşlık haklarından mahrum bırakıldılar. Oy hakkı yoktu, sosyal hakları kısıtlıydı, kendi topraklarında “yabancı” muamelesi görüyorlardı. Yani bir yanda ANZAC ruhu ve “ortak fedakârlık” söylemi, diğer yanda Aborjinler için süren eşitsizlik… Bu çelişki, Avustralya tarihinin en derin yaralarından biri olarak bugün hâlâ tartışılıyor.
Muhteşem Hayvanlar
Gold Coast’taki vahşi yaşam parkı bana sadece hayvanları yakından görme fırsatı vermedi; aynı zamanda Avustralya’nın doğa politikaları üzerine de düşündürdü. Çünkü bu kıta, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan türlerle dolu.
Kangurular, Avustralya’nın en tanınan sembolü. Ülkenin armasında, paralarında, spor takımlarında bile onların figürü var. Fakat işin ilginç yanı, kırsalda yaşayan çiftçiler için kangurular çoğu zaman “fazlalık” ya da “zararlı” kabul ediliyor. Tarım alanlarına girip otlakları tüketmeleri, zaman zaman kaza riskine yol açmaları onları bir tür “ikili kimlik” içine sokuyor: bir yanda ulusal simge, diğer yanda “kontrol edilmesi gereken” hayvan. Bu yüzden dönem dönem avlanmalarına izin veriliyor; bu da büyük etik tartışmaları beraberinde getiriyor. Ama yine de bir kanguruyu yakından görmek, onu ellerimle beslemek, ona dokunmak gerçekten muhteşem bir histi.

Parkta gördüğüm koalalar çok sevimliydi; günün büyük bölümünü ağaçlara sarılı uyuyarak geçiriyorlar. Acayip tembel hayvanlar. Dişiler ile erkekler arasında çok fark var. Ama aslında onların geleceği ciddi biçimde tehlikede. Habitat kaybı, orman yangınları ve hastalıklar koala nüfusunu hızla azaltıyor. Özellikle Queensland ve New South Wales bölgelerinde nüfusun dramatik şekilde düştüğü rapor ediliyor. Artık koalalar ulusal koruma yasaları altında “tehdit altında” tür olarak sınıflandırılıyor. Tüm Dünyayı düşünürsek bu eşsiz hayvanların tek anavatanı olan Avusturalya kıtası. İnsanlık olarak onları korumalıyız.

Avustralya’nın gökyüzü rengârenk papağanlar, kakadular ve kookaburralarla dolu. Bu kuşların çığlıkları, adeta kıtanın özgün müziği gibi. Wombatlar ise kısa bacaklı, güçlü gövdeleriyle yeraltında karmaşık tüneller kazıyor; doğanın “sessiz mühendisleri” olarak anılıyorlar. Kuzeyde ise tuzlu su timsahları (saltwater crocodiles), hem kültürel bir sembol hem de ekolojik zincirin güçlü parçalarından biri. Bizler Türkiye'de karga, martı, serçe sesleri duyarken Avusturalya'da gökyüzünde tam bir senfoni orkestrası var :)

Avustralya’da hissettiğim şey şu oldu: İnsan ile doğa arasındaki sınır çok kırılgan. Bir yandan kanguruyu beslerken gururlu bir “Avustralya sembolü” görüyorsunuz, diğer yandan aynı hayvan bir çiftçi için sorun kaynağı. Koala ağaçta uyurken size huzur veriyor, ama gerçekte varoluş savaşı veriyor.
Avustralya’nın doğası bana şunu hatırlattı: Bir kıtanın kimliği sadece insanlarının değil, hayvanlarının da hikâyesiyle yazılır.
Gold Coast’taki o bir haftalık ziyaret, benim için sadece iş amaçlı bir seyahat değil, aynı zamanda hayatımda iz bırakan bir keşif oldu. Kangurulara dokunmak, koalaları görmek, rengârenk kuşların sesini dinlemek bana çocukça bir sevinç yaşatırken; Aborjinlerin asimilasyon hikâyeleri ve Çalınan Nesiller’in acılarını öğrenmek içimde derin bir hüzün bıraktı. Bu kıta bana gösterdi ki, dünyanın herhangi bir köşesine gidip sadece manzaralara bakmak yetmiyor; oranın geçmişine, halkına ve doğasına kulak verdiğinizde yolculuk gerçek anlamını buluyor. Avustralya, bana hem doğanın mucizelerini hem de insanlığın sorumluluklarını hatırlattı — bu yüzden de benim için unutulmaz bir deneyim oldu.
Bilim ve felsefe ile kalın.




Comments