top of page
Search

Devlet Neyi Temsil Eder ! Montesquieu'dan Günümüze...

Bir devletin ruhu olur mu?


Montesquieu, 18. yüzyılda bu soruya “evet” cevabını verdiğinde, henüz halk devrimleri olmamıştı, sosyalizm veya cumhuriyet kelimeleri daha doğmamıştı. Ama o yine de önemli bir şeyin farkındaydı: Devlet dediğin şey, sadece yasalar bütünü değil; o toplumun alışkanlıklarını, tarihini, inançlarını, coğrafyasını ve kültürünü yansıtan canlı bir organizmadır.


Bugün biz bu ruhu nerede aramalıyız? Ve daha önemlisi: Bu ruh kimin için var?


Montesquieu “güçler ayrılığı” diyordu. Yasama, yürütme, yargı birbirini denetlemeli diyordu. Montesquieu'nün söylediği çok temel bir şey daha vardı: Kanunlar halkı korumalıdır. Ama hangi halkı?


Eğer kanunlar sadece bir zümreyi, bir patronu, bir sermayedarı, bir partiyi, bir etnik grubu ya da bir inancı koruyorsa… O zaman ruhunu kaybetmiş bir devletle karşı karşıyayız.


Bir devlet, yalnızca zengini koruyorsa değil, yoksulun hakkını da arıyorsa devlet olur. Yalnızca güvenliği sağlayarak değil, eşitliği sağlayarak da yaşanabilir hale gelir. Montesquieu her ne kadar döneminin sınırları içinde kalmış olsa da, bugün yaşasaydı belki şunu sorardı: “Halk için olmayan bir devlet, hangi ruhla ayakta durabilir?”


Ama Karl Marx bu düzenin sahici olmadığını görmüştü:


"Devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır."

(Marx, "Komünist Manifesto", 1848)


Marx için devlet, tarafsız bir hakem değil; burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir aygıttı. Montesquieu’nün umutla önerdiği denge mekanizmaları, sınıflar ortadan kalkmadıkça gerçek bir özgürlük üretmeyecekti. Çünkü:


"Hukuk, ekonomik yapının bir yansımasıdır."

(Marx, "Grundrisse", 1857)


Yani, adalet de, yasa da, devlet de; sınıfsal bir düzenin üzerine kurulmuştu.


Montesquieu için özgürlük, güçlerin birbirini dengelemesinden geçerdi: Yasama ayrı, yürütme ayrı, yargı ayrı olacak. Çünkü bir güç diğerini kontrol etmezse, keyfilik başlar.


Doğru, ama yeterli mi?


Bir sosyalist için özgürlük yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ekonomik bir meseledir. Bir toplumda herkes eşit oy hakkına sahip olabilir, ama biri 100 bin lira maaş alırken diğeri açlık sınırında yaşıyorsa; orada özgürlük değil, sadece oy pusulası vardır. Devletin ruhu, adalet duygusuyla yoğrulmadıkça; halkın nefesi kesilir.


Bugünün dünyasında devlet, giderek daha çok "koruyan" değil, "denetleyen" bir aygıta dönüştü. Kameralar arttı, kontrol mekanizmaları gelişti, parmak izleri toplandı, yüz tanıma sistemleri kuruldu. Ama peki ya halkın açlığı, evsizliği, işsizliği, yoksulluğu? Bunlara dair hangi veri toplanıyor, hangi alarm çalıyor?


Montesquieu’nün “despotizm” dediği şey tam da budur: Halktan kopmuş, sadece yönetmeye odaklanmış, korkuyla ayakta duran devlet yapısı. Ve ne yazık ki, pek çok ülke bu hale çoktan geldi bile.


Montesquieu’nün eksik bıraktığı yeri, belki biz tamamlamalıyız.


Bir sosyalist için devlet, halkın ortak yaşamını düzenleyen, dayanışmayı artıran, sınıf farklarını azaltan, eşitliği bir hedef değil, bir ilke olarak gören bir yapıdır. Devletin ruhu; lüks arabaların korna sesinden değil, her yerde her sektörde çalışan işçilerin terinden, tarladaki emekten, öğretmenin öğrencisine verdiği bilgiden, yaşlının aldığı onurlu emeklilikten oluşur.


Devlet; sadece sokakta güvenlik değil, sofrada ekmek, evde huzur, okulda eşitlik, hastanede erişim, sosyal hakları koruyan, adil olan demektir.


Montesquieu günümüzde yaşasaydı, belki şaşırırdı: Evet, güçler ayrılığı çoğu ülkede anayasal güvence altında. Ama devletlerin çoğu, o ruhu kaybetmiş durumda. Artık halkın sesi, sadece seçim dönemlerinde hatırlanıyor. Seçimler var ama temsil yok. Yasalar, artık sadece "mevzuat" haline geldi; vicdanını kaybetti.


Ama yine de umut var.


Çünkü halk var. Çünkü ruh sadece devlete ait değil; toplumun içinde, kolektif hafızada, birlikte yaşama arzusunda yaşıyor.


Ve biz biliyoruz ki; halkından kopmuş hiç bir devlet özgürlük üretemez, devletin ruhu halkın nefesiyse, o nefes hiç kesilmez.


Kalın sağlıcakla...





 
 
 

Comments


© 2025 by Spirit of Science. All rights reserved.

bottom of page