Kadim Pers Mirasından İslam Devrimi’ne İran’ın Ruhsal Dönüşümü
- UTKU YALÇIN
- Jun 18
- 4 min read
İran toprakları, insanlık tarihinin en kadim ve en zarif uygarlıklarından birine ev sahipliği yaptı. Elamlılardan başlayarak Medler, Ahamenişler, Partlar, Sasaniler, Safevîler ve Kaçarlar’a kadar bu coğrafya, tarih boyunca birçok büyük devletin doğum yeri oldu. Her biri yalnızca siyasi değil, aynı zamanda kültürel, sanatsal ve felsefi miras bıraktı.
Elamlılar (M.Ö. 3000–646), İran platosunda kurulan ilk medeniyetlerden biri olarak tarih sahnesine çıktı. Ardından Medler geldi; birleşik bir Pers kimliğinin temellerini atan bu halk, Ahameniş İmparatorluğu'nun doğuşuna zemin hazırladı. Ahamenişler (M.Ö. 500–330), I. Darius ve II. Kiros dönemlerinde sadece Batı Asya’nın değil, antik dünyanın en büyük imparatorluğunu kurdular. Onların yönetim anlayışı, satraplık (eyalet) sistemi, hukuki reformlar ve Persepolis gibi görkemli başkentlerle şekillendi. Bu dönem, yalnızca siyasi büyüklük değil; kültürel çoğulculuk, hoşgörü ve sanatsal ifade özgürlüğüyle de anılır.
Sasaniler (M.S. 224–651) ise İran’ın entelektüel açıdan altın çağını temsil etti. Zerdüştlüğün devlet dini olduğu bu dönemde mimari, tıp, felsefe ve astronomi ileri düzeyde gelişti. Roma ile olan mücadeleleri bir yana, entelektüel üretim açısından büyük merkezler kurdular. Gundi-Shapur Akademisi, hem Yunan hem Hint bilimlerinin sentezlendiği bir bilim yuvasıydı. Bu gelenek, sonraki dönem İslam medeniyetlerine de ilham kaynağı oldu. İran, yalnızca doğunun değil, dünyanın en önemli kültürel ve bilimsel merkezlerinden biri haline geldi.
İslam’ın gelişiyle birlikte Emevî ve Abbasî hâkimiyetine giren İran, zamanla yeniden kendi siyasal varlığını tesis etti. Safevîler (1501–1736), Şiiliği resmi mezhep ilan ederek bugünkü İran kimliğinin temellerini attılar. Bu dönem, sanat, halı dokuma, şiir ve minyatür gibi alanlarda bir altın çağ olarak kayıtlara geçti. Kaçarlar dönemiyle birlikte Batı’nın etkisi arttı ve İran modernleşme sancılarıyla yüzleşmeye başladı. Bu sancılar, Pehlevi hanedanıyla birlikte dev bir dönüşüme evrildi.
20.yüzyılın başında Pehlevi hanedanının modernleşme hamleleri İran’ı Batı ile buluşturmak isterken, bu kez de halktan kopan elitist bir dönüşümün etkileri hissedildi. Modernleşme, altyapısal gelişmeleri beraberinde getirse de; geleneksel yapılarla yüzleşemediği için sosyolojik bir çatlağa dönüştü. Bu çatlağın içine düşen kitleler, kurtuluşu mistik ve teokratik bir ideolojide aradı. Sonunda, 1979’da patlak veren İslam Devrimiyle birlikte İran yalnızca siyasi olarak değil, kültürel olarak da derin bir kırılma yaşadı. Ayetullah Humeyni'nin önderliğinde kurulan yeni rejim, halkın gündelik hayatından akademik kurumlara, edebiyattan giyime kadar her şeyi İslamî bir çerçevede yeniden tanımladı. Kadınlar kamusal alandan silindi, tiyatro salonları kapatıldı, üniversiteler ideolojik filtrelere teslim edildi. Bilim, sanat ve felsefe; teolojik söylemlere hizmet edecek biçimlerde sınırlandırıldı. Şeriat geliyorum dedi ve geldi...
Bu dönüşüm, İranlı tarihçi Ervand Abrahamian’ın deyimiyle, “tarihin aklını yitirdiği bir eşikti.” Çünkü İran yalnızca bir rejim değil, aynı zamanda bir ruh kaybediyordu. Pers zarafetiyle yoğrulmuş o içsel estetik, yerini siyah çarşaflara, devrim yürüyüşlerine ve suskun meydanlara bıraktı. Ve belki de en trajik olan, bir milletin kendi kadim hafızasına yabancılaşmasıydı.
Peki her şey din midir? Marksist kuramın bize sunduğu en önemli kavrayış biçimlerinden biri, tarihin ve kültürün ekonomik ve ideolojik altyapılar tarafından şekillendirildiğidir. İran’da dinin bu kadar belirleyici hale gelmesi, yalnızca inançsal değil, aynı zamanda sınıfsal bir mesele olarak da okunmalıdır. Yoksul halk kitleleri, Pehlevi rejiminin seküler ama otoriter yapısı altında ezilirken; dinî söylem onlara kimlik, aidiyet ve direniş zemini sundu. İdeoloji burada, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir sınıf refleksi haline geldi. Ancak bu dönüşüm, halkın kültürel hafızasını da ideolojik bir kalıba soktu. Yani din, egemen sınıfın ideolojik aygıtına (ideological state apparatus) dönüştü.
Bu noktada İran üzerindeki dış müdahaleleri ve özellikle ABD’nin rolünü göz ardı etmek mümkün değildir. ABD, Soğuk Savaş döneminden itibaren Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak adına İran üzerinde yoğun bir politik ve ekonomik baskı kurmuştur. 1953 yılında CIA destekli darbeyle Başbakan Musaddık’ın devrilmesi, İran halkının hafızasında emperyalizmin ilk büyük travması olarak yer etmiştir. Bu müdahale, yalnızca politik bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda ekonomik kaynakların denetimi ve bölgedeki kapitalist düzenin korunması adına yapılan bir girişimdi.
Kapitalizm, kriz ve savaşlarla büyür. Her zaman kendini besleyecek bir kriz, bir savaş ve bir 'düşman' üretir. Marksist kurama göre savaşlar yalnızca askeri değil; aynı zamanda ekonomik, politik ve sosyolojik araçlardır. İran gibi enerji kaynakları bakımından zengin, jeopolitik olarak kritik bir bölgede yer alan bir ülke, kapitalist sistem için adeta stratejik bir avdır. İran, dünyanın ikinci en büyük petrol üreticilerinden biri olarak, kapitalist çıkarlar için vazgeçilmez bir hammadde rezervi konumundadır. Kapitalist sistemin merkezinde yer alan ABD için İran, tarihsel mirasından ya da kültürel derinliğinden ziyade, sömürülebilecek doğal kaynakları ve kontrol edilmesi gereken bir coğrafyayı temsil eder. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği "Büyük Ortadoğu Projesi" yalnızca bölgesel bir yeniden şekillendirme çabası değil; aynı zamanda kapitalizmin işleyişini sürdürebilmek, kaynakların denetimini elinde tutmak ve sistemin sürekliliğini sağlamak üzere tasarlanmış küresel ölçekte bir baş yapıttır.
İslam devriminden sonra İran’ın içine kapandığı teokratik yapı, bir yandan halkı bastırırken; öte yandan bu dış müdahalelere gerekçe yaratır. Böylece iç baskı ile dış kuşatma arasında sıkışmış bir halk, ne geçmişteki kültürel zenginliğine dönebilmekte, ne de geleceğe dair özgürce düş kurabilmektedir.
Günümüz İran’ının sokaklarında, tüm baskıya rağmen varlığını koruyan güçlü bir kültürel direniş dalgası hâlâ hissedilmektedir. Devletin kontrol mekanizmaları ne kadar sıkı olursa olsun, sanat ve edebiyat kendine yeni yollar açıyor. Yeraltı sineması uluslararası festivallerde ödüller kazanıyor; kadınlar kamusal alanda şiir okuyarak, dans ederek, varlıklarını duyuruyor. Kapalı kapılar ardında klasik Fars edebiyatı yeniden yorumlanıyor, Hafız’ın mısraları bir zamanlar susturulmuş seslerin yankısı gibi tekrar tekrar okunuyor. Bu yaratıcı direnç biçimleri, sadece estetik tercihler değil; bastırılmış bir ruhun hayatta kalma stratejileridir. Zerdüşt’ün binlerce yıl önce ortaya koyduğu aydınlık-karanlık diyalektiği, bugün hâlâ İran halkının zihninde ve kalbinde karşılığını buluyor. Çünkü ışık bastırılsa bile sönmez; o yalnızca geri çekilir, yeniden doğacağı anı bekler.
İran ve İsrail arasındaki bugünkü savaş, ruhların değil rejimlerin savaşıdır. Ne Pers şiirinin ne de Tevrat geleneğinin halklar arasında düşmanlık üretmediği ortadadır. Düşmanlık, hafızasız rejimlerin ve ideolojik çıkarların ürünüdür.
Bu nedenle, kadim olan yıkılmaz; sadece bastırılır. Ve bastırılan her ruh, bir gün bir mısrayla geri döner...
Bilim ve felsefe ile kalın...




Comments